Kendi içimize attığımız, bastırdığımız duygularımız, düşüncelerimiz ne yazık ki böyle birden bire ortadan kaybolmuyor.
Üzülüyoruz ama üzülmemiş gibi yapıyoruz, kızıyoruz ama kızmamış gibi yapıyoruz, hayal kırıklığı yaşıyoruz, hiç umurumuzda değilmiş gibi yapıyoruz. Öfkeleniyor, hiç öfkelenmemiş gibi davranıyoruz.
Bu davranışımız doğru mudur peki?
Hissettiğimiz hiçbir duygu birebir yok olup gitmiyor maalesef... Bu duygular bizim bedenimizde zihnimizde, ruhumuzda kocaman bir ağırlık yapıyor. Her ifade edilmemiş duygu, kaç yaşında olursak olalım bir gün hastalık olarak bedenimize geri dönüyor. Kaygı duyarak, sürekli kafamızda cevaplar bulmaya çalışarak, zihnimizde konuşan bir ses sürekli bizi rahatsız, tedirgin eden iç konuşmalarımız başlıyor. Birine hayır diyemiyorsak, kırıldığımızı ifade edemiyorsak yani duygularımızı dile getiremiyorsak
zihnimizde fokur fokur iç dünyamızda bizi bir şeyler rahatsız etmeye başlıyor. Ve sonuçta geleceğe dair ciddi şekilde kaygılanmaya başlıyoruz.
Çünkü zihnimiz kendini ifade edemiyor, duygularını anlatmıyor. Bu duyguları bedensel hastalıklarla atması gerekiyor. Yoğun stresten bedenler hastalanıyor. Bu noktadan sonra geleceğe dair kaygı, korku, endişeler yaşamaya başlıyor. Psikolojisi dengesizleşip, ardından depresyon da yaşayabiliyor.
DEĞER Mİ bunları kendimize yaşatmaya?
Ve depresyondayken artık hissetmeye başlıyoruz, içe dönük yaşıyoruz. Bir nevi yas tutuyoruz.
Geçmişle hesaplaşma yapıyoruz.
O zaman şunu diyecektim diyemedim, bana şöyle davranmışlardı, bunun karşılığını şöyle verecektim, veremedim, o zaman kırılmıştım söyleyecektim, söyleyemedim diye diye zihnimiz hızla çalışıp, geçmişi tıkır tıkır adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirmeye başlıyor. Ve sonrasında depresyona, acı, hüzün içine girmiş oluyoruz. Yapamadıklarımızın yasını tutuyoruz.
DEĞER Mİ BUNA?
Eskiler Anadolu’da depresyona [Gönül yorgunluğu) derlermiş. Bu gönül neler, neler gördü hani hala ayakta kalmaya çalışıyor anlamında... İşte depresyonda gönül yorgunluğunun en büyük işaretidir. Bir diğer işareti de öfke patlamalarıdır. Her öfkemiz aslında sessiz bir çığlık misali beni gör, bana değer ver, benim sesimi duy deme biçimidir. O kişi kendini suçlar, susar, susar içine atar, itaat eder, kapı duvar olur sonra birden bir güç gelir. Öfke sebebimiz de bastırdığımız duygu ve düşüncelerin çok yoğun olmasındandır.
Anlaşılmayan insan öfkelidir durduk yerde taşmıyor bu kızgınlık, öfkeler. Her şeyin bir limiti var, insanın da bir limiti vardır. Öfkeler taşınca da her şey ne yazık ki boşa geçmiş oluyor... Bastırdığımız yoğun duygular fiziksel bedensel olarak da bedende ağrılar olarak sinyal veriyor. Fazla sorumluluk almak kronik sırt, bel ağrısı, baş ağrısı olarak bize işaretler veriyor.
Bu sorunları midemizde yaşıyorsak (mide bizim ikinci beynimiz) Bu da şu anlama geliyor ki, hazmedemediğimiz durumlar, duygular, olaylar içerisindeyim demektir.
Mide ile ilgili sorunumuz varsa durup, düşünüp kendimize şu soruyu soralım. Ben kimin hangi yaptığını hazmedemiyorum kabul edemiyorum" deme biçimidir bu...Kendimizde burada bir isyan vardır, öfke vardır.
O halde susmayacağız!!
Söyledim ama anlamadı mı?
Önemli değil.
Yeter ki konuşun, içe atmayın. beni rahatsız etti, bundan sonra böyle davranırsan seninle arama mesafe koyacağım.
Yaptığın şeyi kabul etmiyorum. Bir daha olursa, ciddi kararlar alacağım. Bu benim için hassas nokta, bana böyle yapmana izin vermiyorum gibi cümlelerle ifade edelim karşı tarafa… Hepimizin biricik hayatı var. Bu biricik hayatımızda kendimizi koruyalım. Bu yüzden önce ben demek hem kendimize saygı, hem de kendimize şefkat öncelik olsun... Ben bunu kabul etmiyorum demek, senin kendine yapabileceğin en büyük yatırım...
Anlaştık mı?
Hepimize katkı olsun
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Müjgan Nur Tutan
DUYGULARINI SÖYLE
Kendi içimize attığımız, bastırdığımız duygularımız, düşüncelerimiz ne yazık ki böyle birden bire ortadan kaybolmuyor.
Üzülüyoruz ama üzülmemiş gibi yapıyoruz, kızıyoruz ama kızmamış gibi yapıyoruz, hayal kırıklığı yaşıyoruz, hiç umurumuzda değilmiş gibi yapıyoruz. Öfkeleniyor, hiç öfkelenmemiş gibi davranıyoruz.
Bu davranışımız doğru mudur peki?
Hissettiğimiz hiçbir duygu birebir yok olup gitmiyor maalesef... Bu duygular bizim bedenimizde zihnimizde, ruhumuzda kocaman bir ağırlık yapıyor. Her ifade edilmemiş duygu, kaç yaşında olursak olalım bir gün hastalık olarak bedenimize geri dönüyor. Kaygı duyarak, sürekli kafamızda cevaplar bulmaya çalışarak, zihnimizde konuşan bir ses sürekli bizi rahatsız, tedirgin eden iç konuşmalarımız başlıyor. Birine hayır diyemiyorsak, kırıldığımızı ifade edemiyorsak yani duygularımızı dile getiremiyorsak
zihnimizde fokur fokur iç dünyamızda bizi bir şeyler rahatsız etmeye başlıyor. Ve sonuçta geleceğe dair ciddi şekilde kaygılanmaya başlıyoruz.
Çünkü zihnimiz kendini ifade edemiyor, duygularını anlatmıyor. Bu duyguları bedensel hastalıklarla atması gerekiyor. Yoğun stresten bedenler hastalanıyor. Bu noktadan sonra geleceğe dair kaygı, korku, endişeler yaşamaya başlıyor. Psikolojisi dengesizleşip, ardından depresyon da yaşayabiliyor.
DEĞER Mİ bunları kendimize yaşatmaya?
Ve depresyondayken artık hissetmeye başlıyoruz, içe dönük yaşıyoruz. Bir nevi yas tutuyoruz.
Geçmişle hesaplaşma yapıyoruz.
O zaman şunu diyecektim diyemedim, bana şöyle davranmışlardı, bunun karşılığını şöyle verecektim, veremedim, o zaman kırılmıştım söyleyecektim, söyleyemedim diye diye zihnimiz hızla çalışıp, geçmişi tıkır tıkır adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirmeye başlıyor. Ve sonrasında depresyona, acı, hüzün içine girmiş oluyoruz. Yapamadıklarımızın yasını tutuyoruz.
DEĞER Mİ BUNA?
Eskiler Anadolu’da depresyona [Gönül yorgunluğu) derlermiş. Bu gönül neler, neler gördü hani hala ayakta kalmaya çalışıyor anlamında... İşte depresyonda gönül yorgunluğunun en büyük işaretidir. Bir diğer işareti de öfke patlamalarıdır. Her öfkemiz aslında sessiz bir çığlık misali beni gör, bana değer ver, benim sesimi duy deme biçimidir. O kişi kendini suçlar, susar, susar içine atar, itaat eder, kapı duvar olur sonra birden bir güç gelir. Öfke sebebimiz de bastırdığımız duygu ve düşüncelerin çok yoğun olmasındandır.
Anlaşılmayan insan öfkelidir durduk yerde taşmıyor bu kızgınlık, öfkeler. Her şeyin bir limiti var, insanın da bir limiti vardır. Öfkeler taşınca da her şey ne yazık ki boşa geçmiş oluyor... Bastırdığımız yoğun duygular fiziksel bedensel olarak da bedende ağrılar olarak sinyal veriyor. Fazla sorumluluk almak kronik sırt, bel ağrısı, baş ağrısı olarak bize işaretler veriyor.
Bu sorunları midemizde yaşıyorsak (mide bizim ikinci beynimiz) Bu da şu anlama geliyor ki, hazmedemediğimiz durumlar, duygular, olaylar içerisindeyim demektir.
Mide ile ilgili sorunumuz varsa durup, düşünüp kendimize şu soruyu soralım. Ben kimin hangi yaptığını hazmedemiyorum kabul edemiyorum" deme biçimidir bu...Kendimizde burada bir isyan vardır, öfke vardır.
O halde susmayacağız!!
Söyledim ama anlamadı mı?
Önemli değil.
Yeter ki konuşun, içe atmayın. beni rahatsız etti, bundan sonra böyle davranırsan seninle arama mesafe koyacağım.
Yaptığın şeyi kabul etmiyorum. Bir daha olursa, ciddi kararlar alacağım. Bu benim için hassas nokta, bana böyle yapmana izin vermiyorum gibi cümlelerle ifade edelim karşı tarafa… Hepimizin biricik hayatı var. Bu biricik hayatımızda kendimizi koruyalım. Bu yüzden önce ben demek hem kendimize saygı, hem de kendimize şefkat öncelik olsun... Ben bunu kabul etmiyorum demek, senin kendine yapabileceğin en büyük yatırım...
Anlaştık mı?
Hepimize katkı olsun