Tarihin tozlu raflarında gezinirken karşımıza çıkan en net gerçeklerden biri şudur: Bir milletin yükselişi ya da çöküşü tesadüf değildir. Bu süreçler, ekonomik göstergelerin iniş çıkışlarıyla sınırlı da değildir. Yıkımlar; adaletin bozulmasıyla, eğitimin yozlaşmasıyla, sosyal yapının çözülmesiyle başlar. Bir milletin yükselişi de çöküşü de birbiriyle bağlantılıdır.
İbn Haldun, toplumların ve devletlerin döngüsel doğasını Mukaddime adlı eserinde izah ettiği üzere toplumların doğuşundan çöküşüne bir yolculuğu bulunmaktadır. Asabiyet, yani toplumsal dayanışma ve birlik, bugünün dünyasında karşılığını ortak ahlakta, adalet inancında ve güven duygusunda bulur. Toplum eğer kendi içinde bu bağları kuramazsa ne teknoloji ne dış yatırım ne de yeni anayasa onu kurtarabilir.
Tarihte devletleri çöküşe götüren bazı ibretlik örnekler vardır. Roma İmparatorluğu, içten içe çöken ahlaki değerler, elitlerin lüks düşkünlüğü ve halkla iktidarın kopan bağları nedeniyle yıkıldı. Osmanlı Devlet-i Âliyye’si, çağ açıp çağ kapatan bir medeniyetken, son dönemlerinde eğitimi ihmal etmiş, bilimde geri kalmış, geçmişi ile övünürken geleceği unutmuş, ekonomi ve adalet sistemindeki çöküşle yıkılışa sürüklenmiştir. Endülüs, bilimde ve sanatta çağ açan bir medeniyetken, kendi içindeki hizipleşmeler ve dışa kapanma eğilimiyle tarihten silinmiştir. Mazi, elbette üzerine alınanlar için büyük ibretler barındırır. Bugün Türkiye’de yaşanan tabloya baktığımızda, tarihteki başarısız medeniyetlerin düşüş sebepleriyle benzerlikler göz ardı edilemez. Adalete olan güvensizlik, halkımızın kutuplaşması, özel sektörde ve kamuda liyakatsizlik, sosyal yozlaşma ve ekonomik hal-i pürmelalimiz toplumda varlığını hissettirmektedir.
“İyi kanunlar iyi vatandaşlar yapmaz; iyi vatandaşlar iyi kanunları yapar.” Jean-Jacques Rousseau bu sözü ile, her şeyin bireyde başladığını hatırlatır bizlere. Eğer birey ahlaki olarak yozlaşmışsa, sistem de yozlaşır. Ve bütüncül bir çöküş başlar. Adalet sadece mahkemelerle değil, toplumun tüm kılcallarında yer almalıdır. Mahallede çocuklara eşit davranmayan öğretmen de fabrikasında işçiyi sömüren patron da bu çöküşe katkı sağlar.
Rahmetli Alev Alatlı hocamızın ifade ettiği söz bu mevzuyu net bir şekilde açıklamaktadır. “Her yasal olan helal değildir.” Eğitim reformu, sadece müfredatla değil, eğitimcinin niteliğiyle başlar. KPSS ile, liyakatsiz mülakatlar ile imam ve öğretmen atamalarının yapıldığı düzende insanlık, vicdan ve ahlaki değerlerin arka plana atıldığı sistemde, ateist memur imamlarınız ve maaşından memnun olmayan derste vakit geçiren öğretmenleriniz olur. Bu durum da yarın karşınıza dinsiz ve eğitimsiz nesiller ortaya çıkartır.
Bir yöneticinin görevi ehline vermesi sadece teknik bir konu değil; bu, aynı zamanda bir ahlak meselesidir. Kişinin işe ehil olmaması işi başarıyla yürütememesine yol açarken, öte yandan çevresine de bütüncül bir şekilde zarar vermesine sebep olmaktadır. Her birey, toplumun kaderinden sorumludur. Ahlak, sadece dini veya kültürel bir norm değil; aynı zamanda kalkınmanın omurgasıdır. Kişinin ahlaki ve insani değerlerden yoksun olması, sadece kendisine değil bütün bir topluma karşı suç işlemesi olarak kabul edilmelidir. Bir kendini bilmez acizin hareketi çok hızlı bir şekilde memleketin dört bir yanına yayılabilirken, günümüz dünyasında her koyun kendi bacağından asılıyor diyemeyiz. En nihayetinde o koyunun kanı akıntıda süzülerek uzak diyarlardaki insanımızın kapısının önüne kadar ulaşmaktadır. Evet suçu işleyen kişi bireysel cezasını doğrudan çekebilir. Fakat yapılan tutum ve davranış toplumun bütününü dolaylı bir şekilde etkilemektedir.
Küreselleşen “modern(!)” dünyamızda Kültürel yabancılaşma ve kimlik kaybı toplumsal çözülmenin en sinsi yoludur. Kendi köklerine yabancılaşan bir toplum, geleceği de inşa edemez. Dolayısıyla bu noktada her alanda verdiğim örnekler ile içinde bulunduğumuz vaziyetin değişim olmadan hayra yol alabilmesi çok güçtür. Değişim istiyorsak, kendimizden başlamalıyız.
Peki yeniden doğuş mümkün müdür?
Tıpkı Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrası “çöküşten doğuş” hikayesinde olduğu gibi. Yeter ki millet olarak birbirimize yeniden güvenmeyi öğrenelim. Konfüçyüs’ün dediği gibi: “Bir milleti ayakta tutan üç şey vardır: Ordu, gıda ve adalet. Eğer birinden vazgeçmek gerekiyorsa önce ordudan, sonra gıdadan vazgeçin. Ama adaletten asla…”
Bu yazı, bir sitem olmakla beraber istikbalde görmek istediğim ülkemin ve içerisinde yaşamayı arzuladığım milletimin tasavvurudur. Ama aynı zamanda bir çağrıdır: Uyanmamız, kendimize dönmemiz, birbirimize tutunmamız gerekiyor. Yarınlara ancak bu şekilde yürüyebiliriz.
Ta
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mustafa KÖKMEN
Bir Bütün Yükseliş, Bir Parça Çöküş!
Tarihin tozlu raflarında gezinirken karşımıza çıkan en net gerçeklerden biri şudur: Bir milletin yükselişi ya da çöküşü tesadüf değildir. Bu süreçler, ekonomik göstergelerin iniş çıkışlarıyla sınırlı da değildir. Yıkımlar; adaletin bozulmasıyla, eğitimin yozlaşmasıyla, sosyal yapının çözülmesiyle başlar. Bir milletin yükselişi de çöküşü de birbiriyle bağlantılıdır.
İbn Haldun, toplumların ve devletlerin döngüsel doğasını Mukaddime adlı eserinde izah ettiği üzere toplumların doğuşundan çöküşüne bir yolculuğu bulunmaktadır. Asabiyet, yani toplumsal dayanışma ve birlik, bugünün dünyasında karşılığını ortak ahlakta, adalet inancında ve güven duygusunda bulur. Toplum eğer kendi içinde bu bağları kuramazsa ne teknoloji ne dış yatırım ne de yeni anayasa onu kurtarabilir.
Tarihte devletleri çöküşe götüren bazı ibretlik örnekler vardır. Roma İmparatorluğu, içten içe çöken ahlaki değerler, elitlerin lüks düşkünlüğü ve halkla iktidarın kopan bağları nedeniyle yıkıldı. Osmanlı Devlet-i Âliyye’si, çağ açıp çağ kapatan bir medeniyetken, son dönemlerinde eğitimi ihmal etmiş, bilimde geri kalmış, geçmişi ile övünürken geleceği unutmuş, ekonomi ve adalet sistemindeki çöküşle yıkılışa sürüklenmiştir. Endülüs, bilimde ve sanatta çağ açan bir medeniyetken, kendi içindeki hizipleşmeler ve dışa kapanma eğilimiyle tarihten silinmiştir. Mazi, elbette üzerine alınanlar için büyük ibretler barındırır. Bugün Türkiye’de yaşanan tabloya baktığımızda, tarihteki başarısız medeniyetlerin düşüş sebepleriyle benzerlikler göz ardı edilemez. Adalete olan güvensizlik, halkımızın kutuplaşması, özel sektörde ve kamuda liyakatsizlik, sosyal yozlaşma ve ekonomik hal-i pürmelalimiz toplumda varlığını hissettirmektedir.
“İyi kanunlar iyi vatandaşlar yapmaz; iyi vatandaşlar iyi kanunları yapar.” Jean-Jacques Rousseau bu sözü ile, her şeyin bireyde başladığını hatırlatır bizlere. Eğer birey ahlaki olarak yozlaşmışsa, sistem de yozlaşır. Ve bütüncül bir çöküş başlar. Adalet sadece mahkemelerle değil, toplumun tüm kılcallarında yer almalıdır. Mahallede çocuklara eşit davranmayan öğretmen de fabrikasında işçiyi sömüren patron da bu çöküşe katkı sağlar.
Rahmetli Alev Alatlı hocamızın ifade ettiği söz bu mevzuyu net bir şekilde açıklamaktadır. “Her yasal olan helal değildir.” Eğitim reformu, sadece müfredatla değil, eğitimcinin niteliğiyle başlar. KPSS ile, liyakatsiz mülakatlar ile imam ve öğretmen atamalarının yapıldığı düzende insanlık, vicdan ve ahlaki değerlerin arka plana atıldığı sistemde, ateist memur imamlarınız ve maaşından memnun olmayan derste vakit geçiren öğretmenleriniz olur. Bu durum da yarın karşınıza dinsiz ve eğitimsiz nesiller ortaya çıkartır.
Bir yöneticinin görevi ehline vermesi sadece teknik bir konu değil; bu, aynı zamanda bir ahlak meselesidir. Kişinin işe ehil olmaması işi başarıyla yürütememesine yol açarken, öte yandan çevresine de bütüncül bir şekilde zarar vermesine sebep olmaktadır. Her birey, toplumun kaderinden sorumludur. Ahlak, sadece dini veya kültürel bir norm değil; aynı zamanda kalkınmanın omurgasıdır. Kişinin ahlaki ve insani değerlerden yoksun olması, sadece kendisine değil bütün bir topluma karşı suç işlemesi olarak kabul edilmelidir. Bir kendini bilmez acizin hareketi çok hızlı bir şekilde memleketin dört bir yanına yayılabilirken, günümüz dünyasında her koyun kendi bacağından asılıyor diyemeyiz. En nihayetinde o koyunun kanı akıntıda süzülerek uzak diyarlardaki insanımızın kapısının önüne kadar ulaşmaktadır. Evet suçu işleyen kişi bireysel cezasını doğrudan çekebilir. Fakat yapılan tutum ve davranış toplumun bütününü dolaylı bir şekilde etkilemektedir.
Küreselleşen “modern(!)” dünyamızda Kültürel yabancılaşma ve kimlik kaybı toplumsal çözülmenin en sinsi yoludur. Kendi köklerine yabancılaşan bir toplum, geleceği de inşa edemez. Dolayısıyla bu noktada her alanda verdiğim örnekler ile içinde bulunduğumuz vaziyetin değişim olmadan hayra yol alabilmesi çok güçtür. Değişim istiyorsak, kendimizden başlamalıyız.
Peki yeniden doğuş mümkün müdür?
Tıpkı Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrası “çöküşten doğuş” hikayesinde olduğu gibi. Yeter ki millet olarak birbirimize yeniden güvenmeyi öğrenelim. Konfüçyüs’ün dediği gibi: “Bir milleti ayakta tutan üç şey vardır: Ordu, gıda ve adalet. Eğer birinden vazgeçmek gerekiyorsa önce ordudan, sonra gıdadan vazgeçin. Ama adaletten asla…”
Bu yazı, bir sitem olmakla beraber istikbalde görmek istediğim ülkemin ve içerisinde yaşamayı arzuladığım milletimin tasavvurudur. Ama aynı zamanda bir çağrıdır: Uyanmamız, kendimize dönmemiz, birbirimize tutunmamız gerekiyor. Yarınlara ancak bu şekilde yürüyebiliriz.
Ta